hesap makinesi ve ortacag felsefelerimiz


hesap makinesi ve ortacag felsefelerimiz en güzel bilgileri yazan hesap makinesi diyorki şahil olacak; bir yerde aynı üniversiteye -Paris’te olduğu gibi- sahip olma mücadelesi sürerken, başka bir yerde üniversiteyi barışçıl bir biçimde paylaşarak, daha başka bir yerde diğer tarafı tamamen dışlayarak tek bir tarafın lehine üniversiteyi fethederek mücadele sürmektedir.

Bu tam anlamıyla felsefi ve teolojik hizipleşme. XIV. yüzyılda Jean Gerson’nun (Jean Charlier de Gerson, öl. 1429) şahsiyetinde güçsüz ve üzgün şahidini bulmuştur. Pierre d’AilIy’nin öğrencisi olan ve ondan sonra 1395’te Paris Üniversitesi’ne şansölye atanan Gerson. tam anlamıyla bir filozof değil de bir teologdu; aslında bu kişi felsefi konularda çok yetkin ve teolojinin menfaatlerinin gerektirdiği her seferinde müdahale edebilecek kabiliyette birisiydi. XIV. ve XV. yüzyılın nominalistleri. onu sürekli kendilerinden biri olarak ilan etmişlerdi. Hatta onun ününü ve otoritesini nominalizmin dinsel açıdan Ortodoksluğunun lehine tartışılmaz bir argüman olarak kullanmışlardır. Realizm Wiclif. jean Hus ve jerome de Prague’m mezhep sapkınlıklarının bizzat temeli değil miydi ve son iki mezhep sapkınım Constance Konsilinde Tanrı tarafından kendi davasını savunmak üzere yaratılmış bu kahramanlar, yani Pierre d’Ailly ve Jean Gerson değil de kim susturmuştu? Belki de Gerson’un belli bir realizme ya da daha doğrusu Scotus Eriugena. Widif. Jerome de Prague ve Jean Hus’un realizmine götürme tehlikesi taşıyan realizme karşı nominalizme katıldığını eklemek gerekir. Onun dikkatini çeken sorunun felsefi yönü değildi. Gerson bir sistem sunmaya gelmemişti. tam tersine sistemlerin çarpışmasının Kilise açısından oluşturdukları hastalığa karşı bir ilaç bulmaya çalışmıştır. Bu ilacı, herhangi bir felsefede değil de teolojinin belli bir kavramında bulduğuna inanmıştı.
İyileştirilmesi gereken hastalık. De modis significandi propositiones quinquaginta'h-nnda {işaret Etmenin Tarzı Üzerine Elli Onenne|(1426) Gerson iarafmdan dikkat çekecek derecede tasvir edilmiştir. Bu risalenin başında epigraf olarak Aziz Matta’ya (Xll:39; XVl:4) ait bir söz bulunmaktadır: Generatio ista quaerit signum. Her teolog bu metnin sonunu getirebilirdi; “Kötü ve vefasız kuşak bir işaret istiyor ama ona Yunus Peygamber’inkinden başka bir belirti gösterilmeyecektir." Uygun zamanda seçilmiş bir metindi bu. çünkü Gerson’un gözü önünde bulunan kuşak özellikle işaretlere açtı. aynı zamanda da bunları doğru kullanmasını becerememekteydi. Şansölye kendi üniversitesine göz attığında bilgi türlerinin genel bir kargaşasından başka bir şey görmemekteydi; herkes, bir disipline has ve belli bir nesne için gerçekleştirilmiş anlamlandırma tarzını başka bir disiplinin ve başka bir konunun sorunlarım çözmek için kullanmaktaydı. Gerson. konusu söylemin uygunluğu olan gramer üstatlarının kendi sorunlarını, konusu önermelerin doğruluğu veya yanlışlığı olan mantığın yöntemle-
riyle çözdüklerini, manıık ûsiailannın da aynı yönıemlerle, konusu önermeler değil de eşya olan meıafizik sorunlarını çözdüklerini öne sürdüklerini ve gramercilerin, maniıkçıların ve meiafizikçilerin bürün bu yöntemlerle teolojinin sorunlarını çözeceklerini zannettiklerini görmekteydi; sanki teoloji bilimi kendine has bir yönteme ve konuya -ki bu Tann’nın sözüdür- sahip değildi. Aynı yıla (1426) ait başka bir risalesinde (Mantıkla Metafiziğin Uyumu Üzerine) mantığın ve metafiziğin ilişkisi sorununu ele alan Gerson, gerçekten hayran edici bir kavrayış sergilemiştir, çünkü orada iyileştirilmeye çalıştığı şey gerçekten de yüzyılın hastalığıydı; yanı metafizikçi olarak mantığı incelemek veya mantıkçı olarak metafiziği incelemek şeklinde birbirini tamamlayan çifte kusurdu.
Bu kasTayışh tanığın XIV. yüzyılın bilançosunu nasıl çıkardığını bilmek için Ger-son’un iki dersinin yerini hiçbir şey tutamaz: Contra vanam curiositatem in negotio Ji-dei, birincisi 8 Kasım 1402 tarihinde, yani Traite sur le Roman de la Rosc’ia ICülün Romanı Üzerine inceleme] aynı yıl verilmiştir, İkincisi de az bir süre sonra bu dersi izlemiştir.
İki dersin teması Matta’dan alınmıştır, 1:15: Poenitemini et credite evangelio ve Ger-son’un buradan çıkardığı sonuç, kendi döneminin skolastik teoloji yöntemlerinin acımasız bir eleştirisidir. Her Vaaz, kötülüklerin ve özellikle de gururun bizi alıkoyduğu tövbeyi haber vermelidir. Gurur insanı tövbeden alıkoyarken, özellikle de üniversitelileri (praesertim apud scholasticos) imandan uzaklaştırmaktadır. Bu kötü ve şahane anne, iki kötü huylu kıza sahiptir: merak ve acayiplik zihniyeti. Bunlara onların kız kardeşi olan isteği eklemek gerekir; ondan da tartışma, kavga, inat, yanlışın savunması, özbenlik aşkı, kendi düşüncelerinden veya onların (burada dinsel Tarikatların birliği zihniyeti burada aklımıza gelmeli) görüşlerinden vazgeçmeme, skandal ve sıradan insanları küçümseme zihniyeti ve son olarak da sade olan her şeyden dehşet duymayı öğreti haline getirme olgusu buradan doğar. Eskiden filozofları kandırmış olan bu boş merak in negatio Jidei, kendi dönemimizin teologlarını hoşnut bırakmamasından çekinebiliriz. Doğal bilginin sınırları vardır, bunları aşmaya çalışmayalım. Salt akıl Tanrı’nın neyini bilebilir? Kendisinden daha büyüğü tasavvur edilemez varlıktır, tersinden daha iyisine sahip olan varlıktır. Pavlus ve öğrencisi Dionysos’un Tann’nın hikmeti olarak adlandırdıkları felsefesi budur. daha doğrusu hikmet yerine vahiy diyelim; çünkü Tanrı’nın daha büyrığü tasav\mr edilemez varlık olduğu fikri herkesle doğuştan varolan ve pek çok kişi tarafından kabul edilmiş bir fikirdir. Bu hikmet veya vahiy, Tanrı’nın yüzünün ışığı gibi bizim üzerimize işlenmiştir, ilahi Bo-navenıure’nin muhteşem ve ışık saçan
[Aklın Tanrıya Doğru Yolculuğul- bunu sunar: “Her tür övgünün üzerinde olan kitapçık" diye devam eder Gerson, “ve Fransisken Babaların ve Kardeşlerin böylesi bir âlimi bırakmalarına şaşırıyorum, bu kişi öyle büyüktür ki Üniversite ona benzer başka bir insan görmüş müdür, bilmiyorum. Kardeşler onu bırakıp adlarına tekme yumruk savaşmaya hazır oldukları yeni bir gelene dönmüşlerdir. Sonuçta başkalarının işlerine yarayıp yaramadığını bilmek onlara kalmıştır ve biz de başka bir yerde bundan tekrar bahsederiz.hesap makinesi"
Aziz Francesco d’Assisi gibi vaazına başladıktan sonra Gerson, varlığının kanıtlarını dışlamayan Tanrının doğuştan bilinmesi fikriyle Aziz Anselmus’a Azız Bonaven-ture’e dönmüştür. Buradan da Gerson’un nominalizminin belli sınırları olduğunu görmekteyiz ve bu sınırlar belli bir noktada bağlanması için nedenlere daha çok nüfuz ettikçe daha da iyi ortaya çıkmaktadır. Teolojide gururun yıkımları, Tanrı’nın iradesi dahilindeki konularda ispata ulaşmak istediğimiz yerde başlar. Bu hatayı işler işlemez, her şeyi kaybetmişiz demektir. Bir filozofa, âlem ezeli ve ebedi midir? sorusunu sorduğumuzda, “bilmiyorum, bu Tanrının iradesine bağlıdır, dolayısıyla da cevap vermek Tanrıya düşer” diye cevap vermelidir. Böyle davranacak yerde ne cevap veriliyor? Filozoflara göre Tanrı’nın özgürce davranmadığı, daha çok doğal bir zorunlulukla ve kendi iyiliğinin bir çeşit yayılma özelliğiyle eylemde bulunduğu cevabı verilir. İşte bu şekilde felsefe yapanlarda her tür yanlışın temel kökü budur diye sonuca bağlar Gerson (Haec est, fateor, tola et praecipua radix errorum in islis philosophanti-bus). Bunca ünlü kişinin nominalizme bağlanmasının derin teolojik nedeni bundan daha iyi gün ışığına çıkarılamaz. Burada Ockham’dan korunan şey, ki bu onun eserinin gerçek kaynağıdır, Hıristiyan Tann’yı bir doğaya az çok benzer olan İyilikle kanş-tıran -oysa Tanrı her şeyden önce özgür iradedir- doğal teolojilerin radikal Platoncu-luklarına getirilen eleştiridir. Bütün kötülük buradan ileri gelmektedir ve gururun "bundan nasıl yararlandığı da anlaşılmaktadır. Tanrı, o kadar çok bahsedilen Bonum diffusivum sui olarak bile bir doğaysa, çözüme ulaşma kesinliğiyle onun hakkında sorunlar ortaya koyabilirdik. Aklın mantığına göre bu doğanın niteliklerini çıkarsamak yeterliydi. Bütün olarak düşüncesinde taşıyabildiği bir Tanrı’yı işletmek kadar hoş bir Tanrı var mıdır filozof için, fakat bu Tanrı Kutsal Metnin Tanrısından ne kadar da farklıdır! Çünkü Tanrı bir doğa değil de bir özgürlükse onun hakkındaki bütün sorular ancak beklenmedik bir cevabı içerir. Onun yaptıklarını çıkarsayamayız; çünkü O, islediği şeyi yapmıştır, biz de yalnızca Onun yaptıklarına inanmak durumundayız. Bizim bilmemiz için Tanrı'nın bunu söylemiş olması gerekir. Ona inanmak bir alçakgönüllülük hareketidir ve alçakgönüllülük yalnızca tövbe sayesinde elde edilir: Poeni-
temini el credile evangelio. Bûıün Hıristiyan hikmet gerçekten burada bulunur.
Platonculuga bu radikal karşıtlık, Gerson’un ve onunla birlikte başka pek çok kişinin Ockhamcılıgın bazı karakteristik tezlerini niçin benimsediklerini ve C>ckhamcı-lıgın buradan hareketle Tann’ya zorunlu özler dahil ederek onun yüce özgürlüğünü içerden sınırlamış olacak İdealar realizmine karşıtlığını açıklamaktadır. “Tanrı, iyi oldukları için bazı hareketleri istemiyor” der Gerson, “bunlar istediği için iyidir.” Onda iradesini önceleyen iyilik kuralları yoksa. O, akıllarının eşyanın özüne bakabildiğini düşünmeyi seven ve ruhun da bu kavramlar sayesinde kendi içinde sürekli bunla ilgilenmesini isteyen bu yeni ifade amatörleri olan/ormalizantes'lerin büyüttükleri bütün bu /onnalitates'lerden arınmıştır. Burada söz konusu olan yalnızca algılanırı dü-şünmemeye alışmak olsa, her şey mükemmel olurdu. Fakat mantığı metafizik zannetmek ne kadar da tehlikelidir! Özler, soyutlamalardan ibarettir; bunlar nesnelerini ayırt etmek için düşüncenin gerçekleştirmesi gereken incelemelerin sonuçlarıdır; demek ki bu özleri şeyler haline getirmek, mantığı metafiziğe ve bir adım sonra teolojiye dönüştürmektir, işte Duns Scotus’un ve /ormalizantes'lerin oluşturdukları tehlike budur. Tanrı’ya formas metaphysicales, vel quidditaces, ve/ rationes idea/es’ler dahil ederek imanın sade ve özgür Tanrı’sı yok edildi, isimlerini zikretmekten çekinmediği çeşitli filozof ve teologlara karşı Gerson’un eleştirileri bu merkezden yola çıkmaktadır. 1402’de bir azınlık olarak gördüğü bu insanlar, onun gözünde Ibn Sina ve el-Gazali’-den kendilerine ulaşan ve her birinin kendi tarzında yorumladığı bir Platonculugun mirasçılarıdır; Daha önce zikredilen Duns Scotus, Raymond Lulle, Jean de Ripa, Bradwardine, bazen daha ılımlı ve tehlikesiz olan Henri d’Oyta; çoğu zaman da Ide-alar Tanrı'da somutlaştıran ve bunları mahluk haline kadar vardıran tehlikeli kişiler; Scotus Eriugena ve 1210’da yasaklanan Amaury de Bene, ki Wiclifi meydana getirmiştir, ki o da Jean Hus ve Jerome de Prague’ı doğurmuştur. Kaynağı her ne olursa olsun bütün realizm, Katolikliğe olduğu gibi Aristotelesçilige de ters düşmektedir iperipate-ticae et catholicae scholae contrarium) ve bunların temel aldıkları hata da aslında basittir; Bu hata aklın tümel, soyut veya ayrı olarak bildiği her şeyin eşyada ve Tanrı’da tümel, soyut ve ayrı olarak varolduğuna inanmaktır; quicquid intellectus cognoscit uni-versaliter vel absiractive vel praecisive, habet correspondentiam talem in re. Sicuit in Deo.
Gerson’un tavrı en basit ifade biçimine indirgendiğinde yüz yıllık bir arayla 1277 yılındaki yasaklamanın ve bu yasaklamaya ilham vermiş olan teolojik savunma zihniyetinin yankısı gibi görünmektedir; Pagan filozoflara fazlaca başvurmak, teolojide tehlikeli bir uygulamadır, çünkü tövbe zihniyetinin ve dolayısıyla alçakgönüllülük ve imanın düşmanıdır. Babil’in altın kadehinden fazla içen, yani Gerson’un da
dersinde belırtligi gibi herhangi bir felsefeden değil de -o felsefeyi felsefe olarak yasaklamak gibi bir düşünceye asla kendini kapiırmamıştı-pagan felsefesinden fazla beslenen Origenes’in eski halasıydı. Etienne Tempier’nin yasakladıkları arasında bulunan anahtar önermelerden birine doğrudan geri dönen Gerson. eleştirisini İbn Sina, Gazali ve birkaç kâfirin yeni-Platoncu natüralizmi üzerine bina etmiştir; ki bu kişilere göre birden ancak bir doğabilir ve dolayısıyla ikinci Aklı yalnızca birinci Akıl meydana getirebilirdi. İşte Hıristiyan teolojisine sızarak bunca zarar veren yanlış ilke buydu. Bu ilke yeterince güçlü bir biçimde eleştirilmediği için, Tann’ya, o kadar da ilen gidilmeye cesaret edilemediği için aslında gerçek olmadığı söylenen ayrımlar dahil edilmiştir; fakat bu ayrımlar, eşyanın doğasından alınmıştı (ex natura rei), bu da gerçek ayrımlara çok benzemektedir. Zaten Gerson’un nominalizmde sağlıklı bulduğu şey de böyle bir hatayı imkânsız kılmasıdır. Ockham’m öğretisinin bu zihniyetten doğmuş olması veya olmaması önemli değildir, Gerson o öğretide bu zihniyeti keşfetmiştir ve ondan aldığı temel ders de bu gibi görünmekledir.
Bu açıdan bakıldığında XIV. yüzyılın nominalizmi, bir iman bilim dalı olarak ta-saN'vur edilen, kendi ilkelerini temel alan ve Babalar geleneğine bağlı olduğu kabul edilen teoloji bir reform şeklinde görünmekledir. XV. ve XVI. yüzyıllarda skolastik teolojiye yöneltilen eleştiriler, Gerson’un daha önceden söylediklerinden farklı bir şey söylememiştir. O, skolastik yöntemi suçlamamıştır. Tam tersine Babaların öğretilerinin yorumu için bunu vazgeçilmez olarak görmektedir ve XIII. yüzyılın büyük Doktorlarının eserleri -özellikle de Aziz Bonaventure’ün eseri- onun gözünde son derece önemlidir; fakat etrafına baktığında durum, başlan başa farklılaşmış gibidir: insanlar sadece felsefe öğrendiklerinde kendilerini teolog zannetmektedirler; Incil ve Babalar küçümsenmekte {sprecla Biblia et akis doctoribus): Augustinus’un dikkat çektiği gibi teolojinin dilinin felsefenin dili gibi özgür olmadığı, kendi kuralları olduğu (nobis autem ad certam regulam loquiJas est) ve Babalar tarafından ortaya konmuş teknik terimlere uyulması gerektiği unutulmakta; Tanrı hakkında keyfi olduğu kadar saçma sorular sorulmaktadır (Oğul Baha’yla aynı güçte olduğu için başka bir Oğul meydana getirebilir; Baba ve Oğul aşk değildirler; Kulsal-Ruh, hükümran bir mükemmelliğe kavuşmadan önce meydana getirilmiştir). Bu hastalığa çare bulmak için Gerson, sadeleştirilmiş, her yerde aynı olan, her katedral okulunda tek bir üstat tarafından öğretilen, belki de bütün Fransa için tek bir okulda, hatla bütün Kilise için tek bir okulda öğretilen, filozofların karışmadıkları ve teologların da herkesin önünde ve başı sonu olmayan tartışmaları
ayaklanmadıkları bir teoloji dûşlemişli. Kalpleri teselli edecek ve Kilisenin yaralarını saracak olan filozoflar değil, iman, umut ve merhamettir. Jesum imitah, imitandus esi Jesus Jactus nobis a Deo sapieiUia, işte, Paris Şansölyesinin yeniden kullanıma soktuğu ve ondan sonra başkalarının tekrar tekrar kullanacakları Fransisken temalardır bunlar. XIII. yüzyılda başlayan güçlü teolojik reform XIV. yüzyılın son yıllarıyla birlikte yaratıcı gücünden oldukça kaybetmişti. Uzak bir geçmişle Boetius’un Platoncu Felsefenin Tesellisi'si onun kaynakları üzerinde nöbet tutmaktadır; 14l8’de Gerson’un Felsefenin Tesellisi’si ise sonunu haber vermiştir.
Salt felsefe açısından bakıldığında durum bambaşka bir görünüm arz etmektedir.
XIII.yüzyılın belirlediği yönelimler XIV. yüzyıl boyunca sürdürülmüş, bunların başarıları farklı farklı olsa da bepsi kuşkusuz meyve vermişti. Albertus Magnus’un öğretisindeki yeni-Platoncu unsurlar, Proclus’un etkisiyle güçlenmiş, sonuçlarını da Eck-hart’ın mistiğine aktarmış ve Nikolaus von Kues’un metafiziğini hazırlamıştır. Tho-masçılık farklı bir okul balini almıştır; fakat farklı yönelimleri izleyenlerin bile Aziz Thomas’tan bahsetme tarzlarına baktığımızda, o andan itibaren, XVI. yüzyıla kadar Erasmus’un düşüncesinde sahip olacağı ve o zamandan beri her zaman koruduğu özel yeri görmeye başlamaktayız. XIV. yüzyıl Thomasçıliga mensup kişilere şahit olmuşsa da hiç kimse üstadın eserini tam anlamıyla devam ettirmemiştir. Onun düşüncesinde yeni ve derin olan ne varsa, orada varlığını sürdürmekten başka bir şey yapmamıştır; eserin toplam kütlesiyle birlikte ele alınmış, yaratmaya devam etmeksizin onunla birlikte süregelmiştir. Daha yakın bir kaynak olan Scotusçuluk. orada sürekli mayalanma halinde gibi görünmektedir, çeşitli denemelere girişmiştir, teolojiye varma tutumunu gizlemeden ve doğal ışığın kavramlar sayesinde elde edebileceği her şeyi aklın ilk kaynaklarından elde edeceğinden emin olarak özler ve şekiller metafiziğini oluşturmuştur. Uzun soluklu bir eser söz konusu olacaktı; Suarez’le, hatta belki de Woiria devam edecek, böylelikle Kant’ın gözünde metafiziği temsil etmek gibi tehlikeli bir onuru yüklenecek ve metafiziğin Hume’un onu uyandıracağı dogmatik bir uyku içine dalması da onun eseri olacaktı.
Aslında Hume, en azından onun psikolojik eleştirisinin ilham alacağı zihniyet,
XIV.yüzyılda mevcuttu. Kuşkusuz, eserleri Hume’unkinden bambaşka olan ortaçağ teologlarını ele alırken sürekli ondan bahsetmek tehlikelidir, fakat Ockhamcı metinler sürekli onu çağrıştırırken onun adını söylemeyi reddetmek apaçık olgulara karşı kör olmak anlamına gelir. Tarih, her duruma özel ayırımları yapmayı bilse de, araya giren yüzlerce yıllık mesafelere karşın aynı yapıya sahip insan akılları
Bütün ayrımlar ortaya konduktan sonra çok çeşitli görünen öğretiler arasında şu ortak payda bulunmaktadır: Kavramların ilke/kaynak yardımıyla geliştirilmesi yardımıyla elde edilen analitik yargılan, duyumsal tecrübe içinde verili olan olgu bağıntılarının saptanmasına dayandırılmış yargılardan ayıran farka yapılan güçlü vurgu. Bu iki yargılama düzleminin aynı niteliğe ve dereceye sahip olmadığını -Hume’un da göreceği gibi- XIV. yüzyılın ampiristleri de görmüştür ve ondan önce bu ampiristler, nedensellik ilişkileri ilk ilkenin apaçıklığına indirgenemediğine göre bunları ifade eden yargıların mutlak anlamda apaçık kabul edilemeyeceklerini usanmadan ispatlamışlardır. Buna da ampiristlerin kuşkuculuğu adı verilmiştir ve bunların öğretilerini Thomasçı metafiziğin içerdiği nedenlerin realizmiyle karşılaştıracak olursak bu sıfat da temelsiz değildir, fakat ne olursa olsun bu şekilde tasavvur edilmiş bir ampirik bilgi XIV. yüzyılın Ockhamcılarına yetmekteydi. Söz konusu olan Tanrı’yı ve algılanır tecrübeyi aşkın şeyi bilmek olsaydı, zaten ellerinde vahiy vardı ve bunun ötesini istememekleydiler; söz konusu algılanır tecrübeyle ilgili olanı bilmekse bu tecrübe kendi alanında nasıl yetkili olamazdı? Bu ampiristler, teologlar gibi. Tanrı’nın her an doğanın akışına müdahale edebileceğini ve dolayısıyla da algılanır tecrübenin doğaüstüne karşı yalnızca ilk ilkenin kullanımının içerdiği bu apaçıklığı sağlamadığını yine de bu doğal apaçıklığın (kanıtın) doğa bilimine yeterli olduğunu bilmekteydiler.hesap makinesi Suffit natu-ralis evidentia in sdentia naturah, der Albert de Saxe ve doğal apaçıklığın kendilerine yetmediği kişilerin felsefe yapmaya uygun olmadıklarım ekler: Ünde cui non sujficeret evidentia naturahs, non est aptus ad phibsophandum. Bu yüzden Ockhamcılık sonuçlarını iki farklı çizgiye göre geliştirmiştir. Metafiziğin kuşkucu eleştirisinin doğmasını kolaylaştırmış ya da önceden varolduğu yerlerde bu eleştiriyi sağlamlaştırmış, böyle-ce sonraki iki yüzyıl boyunca gelişecek olan gerçek Pyrrhonculuğu hazırlamıştır. Bununla beraber kendisini bilim zanneden bir metafiziğin keyfi önvarsayımlarından kurtulmuş gerçekten bilimsel niteliğe sahip araştırmaları başlatmış ve gerek fizikte gerekse astronomide XVI. ve XVII. yüzyılların doğrulayacağı bazı hipotezleri ifade etmiştir.
KAYNAKÇA
JEAN GERSON. — Opera onmia, Ellies du Pin yay., 4 cilt., Anvers, 1706. — J. B. Schvvab, Jo-hamıes Gersotı, Wûrzburg, 1S58. — J. Stelzenberger, Die Mystik des Johannes Gersoit, Bres-lau, 1928. — J. L. Connolly, Jolm Gerson, Reformer and Miystic, Louvain, 1928. — A. Combes, John Gerson commentateur dionysien, Paris, J. Vrin, 1940 (Bu eserin Sonuç bölümünde Ger-son’un düşüncesine mükemmel bir giriş bulunmaktadır, s. 421-472).
XIV. yüzyıl, önemli tarzlara sahip felsefi ve teolojik girişimlerle dolu verimli bir dönem olmakla kalmamış, XII. yüzyıldan beri sürgün edilmiş Edebiyatı tekrar geri çağırmıştır; böylece Kilise Babaları kültürünün ortaçağ geleneğini tekrar oluşturmuş ve sonraki iki yüzyılı dolduracak olan entelektüel reformu hazırlamıştır. İtalya'da dog^n bu hareket, Batı’nm bütün entelektüel merkezlerine hızla yayılmış, belki de yayılmaktan çok bir süreliğine Xlll. yüzyılın diyalektik kültürünün zaferinden dolayı bastırılmış, fakat ölmemiş, tam tersine uyanmaya hazır eski özlemlerin uyanışını kolaylaştırmıştır.
İTALYA'DA EDEBİYATIN GERİ DONUŞU
İtalya’da Edebiyat kültüne dönüş, ayrılmaz bir biçimde Petrarca’nın kişiliğine ve eserine bağlıdır; Erasmus onun hakkında rejlorescentis eloquentiae princepsapud Italos diyecektir. İ312’den 13i6’ya kadar Carpentras'ın alçakgönüllü bir gramer okulunda sekiz yaşında oraya kaydolan İtalyan bir çocuk, fakir ve sade bir öğretmenden —Con-venevole da Prato— Latince gramer dersleri almıştır. Bu öğretmen iyi bir gramerciydi, fakat sanatçı değildi. Bıçağını keskinleştirmesini bilirdi, fakat onu kullanmasını bilmezdi, demiştir onun hakkında Petrarca. Kısacası yüzlerce bulunabilecek bir Latince gramer hocası ve Convenevole’nin söylemekten hoşlandığı gibi, bir eşi daha bulunamayacak bir öğrenci. Petrarca denen olgu ortaçağdaki diğer Latince gramer sınıflarına benzeyen bir Latince gramer sınıfında ortaya çıkmıştır: “Çocukluğumdan itibaren (ab ipsa pueritia), diğer çocukların Prospero veya Ezop okurken bile uykusunun geldiği bir yaşta, belki doğal bir içgüdüden dolayı belki de bu yazara karşı büytık bir hayranlık duyan babamın beni teşvik etmesinden dolayı Cicefo'nıın yazılarıyla ilgile-
hesap makinesi sundu..

tesettür fiyatları

tesettür modelleri

tesettür giyim

abiye

tesettür

tesettür elbise

armine

tesettür tunik

tesettür abiye

replika

replika telefon

replika telefonlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder