hesap makinesi ve modern islam92

hesap makinesi ve modern islam92

 bugün ben ve hesap makinesi yazılarımı  yazdık ve hesap makinesi deeiki dığmda Sultan II. Abdülhamid döneminde yayınlanan bu eserlerinizi, akait kitaplarından farklılığı görülecekti. Özellikle Nablusî’ye ait Şen a (Şerî’atın Sırları) başlıklı kitaptan anlaşılacağı gibi bunlar, usulünün alt-dalı hikmet-i teşriiye (şeriatın felsefesi) açısından İsla' dünyagörüşünü işliyordu.
Arapların evrensel İslam’ın sembolü haline getirilmesi süreci, . hesap makinesi sünnet inancının tahkimi sürecine eşlik etti. OsmanlIlarda Araplar vç dinî kaliteleri hakkında üç imajın varlığı tespit edilebilirdi; Etnik, kültüre] ve politik imaj. İlk bakışta birbirleriyle çelişkili gibi görünen bu imajlar ancak misyoner bir Müslüman İmparatorluğun vizyonu açısından tanr anlaşılarak yerli
yerine oturtulabilirdi. Birincisi, etnik olarak bakıldığında Osmanh emperyal medeniyet ideali bakımından Türkler, Kürtler, Lazlar gibi bütün etnik unsurlar gibi Araplara da olumsuz bir bakış görülür; Türk dilinde “anladıysam Arap olayım” türünden, Araplar hakkındaki pejoratif birçok deyimin gösterdiği gibi. Niyazi Berkes (1975:13-4), Arap 1ar hakkındaki bu çelişkili, olumsuz imajlara, kendi hatıralarından örnek 1er verir. Nitekim Batıklar gözünde de Türk, İmparatorluğun bütün Müs lüman halklarını kapsayan bir kelime haline gelirken, Arap, -kırsal yöre deki Türkmenler gibi- daha çok çöl göçebeleri için kullanılmıştır (Zeine 1966: 16). Bu bakımdan Gelibolulu (1975) Mustafa Âlî veya Evliya Çelebi gibi medeniyet-merkezli bir perspektife sahip Osmanh seyyahlannın, taşralı çevreyi temsil eden Arapları ve tedeyyünlerini küçümsemeleri şaşırtıcı değildi.
İkincisi, bu etnik imajdan farklı olarak Araplar dinî olarak İslam ve Osmanh dünyasında İslam'ın sembolü olarak alınmıştır. Aslında İbni Haldun ve Kâtib Çelebî’nin de vurguladığı gibi, İslam kültürü, daha çok Acem denen İranhlar ve Türkler sayesinde gelişmiştir. Ancak İbni Haldun’un da gözlemlediği gibi Araplar, hem dinî topluluğun kumluşunu sağlayan nesep asabiyetini taşıdıkları, hem de dinin kutsal kitabının indirildiği Arap dilini konuştuklarından dolayı Müslüman kültürün sembolü sayılmıştır. Örneğin Namık Kemal (1326: 38)’in İbni Haldun’un mantığıyla Fârâbî ve diğer Türk kökenli Müslüman âlimleri Arap sayması bu yüzdendir. İnanç ve dil bağı, Türkler ile Arapları birbirlerine sıkıca bağlamıştır. Türkler, Hz. Peygamber (S. A. S.)’in de aynı soydan gelmesin-len dolayı Arapları kavm-i necîb (temiz kavim), Arapçayı ise lisân-imü-)^rek (mübarek dil) olarak vasıflandırmıştır.hesap makinesi Hem dinin mukaddes kitabı W’ân başta olmak üzere şehir ve insan isimleri gibi ortak İslâmî kültü-
İSLAM'DA MODERNLEŞME K-'5'JI
jel sembollerin, siyasî unvanların, ezan ve ibadet dilinin Arapça olması, [lem de İlmî üretimin Arapçada yapılmasından dolayı Araplarla Türkler 5ir “yüksek İslam" anlayışında buluşmuşlardır (Zeine 1966:1
Türkler İslam’ı benimsedikten bir süre sonra İslam dünyasının askerî ve siyasî liderliğini ele geçirdiler. Böylece oluşan Yunanlı/Romalı ilişkisiyle OsmanlIların klasik "din ü devlet" ikizligi formülüne göre Araplık, dinî, Türklük ise siyasî bakımdan Müslümanlık ile özdeş hale geldi, Mo-dernlik-öncesi dönemde Müslümanlar arasında etnik duyarlık olmadığı için İslam davasına kendini adamış bir topluluğa siyasî tabiiyet, Osmanlı hâkimiyetinin başlarını idrak eden Abdülvehhab Şa’ranî (Winter 1982) gibi Arap ulema tarafından bir itiraz konusu olmamıştır. Bu dönemde duyarlık etnik değil, dinî-mezhebî idi. Şa’ranî, bir Şâfi’î olarak Hanefî pratiğine karşı çıksa da ümmetin koruyucusu olarak Osmanlı’nın hâkimiyetini desteklemiştir.
Öncelikle bir Balkan ülkesi olarak gelişen Osmanlı, emperyal aşırı-büyüme [overreach] riski yüzünden ağırlığını Rumeli’ye vermek zorunda kalarak Arap topraklarını İmparatorluğa entegre edememiş ve böylece ister istemez bir merkez/çevre ilişkisinin oluşumuna göz yummuştur. Emperyal hâkimiyeti altına alarak Arap topraklarına siyasî bir barış getirmekle birlikte Osmanlı, bu topraklarda devraldığı sosyo-ekonomik ve kültürel yapıyı kökten değiştirme yoluna gitmemiştir. Ancak Osmanlı sultanları, yapısal olarak İmparatorluk bünyesine entegre edemeseler de, kutsal dili konuştukları için Arap eyaletlerine İmparatorluğun diğer bölgelerine göstermedikleri özel bir ilgi göstermişler, bu bölgelerin iaşe ve ibatesi için özel düzenlemelere gitmişlerdi (Gibb 1963:1/160).
Her eğitimli Türk, fiilen İmparatorlukta özel bir yere sahip bir Arap ulusunun varlığını kabul etti. Hatta Ziya Gökalp, Araplar ve Türklerin etnik açıdan farklı uluslar olarak İmparatorluğun iki temel bileşenini oluşturduğunu sık sık öne sürdü (Karpat 2001:347). OsmanlI’nın Arap toprak-lannda izlediği dengeli siyasa, yirminci yüzyılda ona yöneltilen zıt yönlerdeki eleştirilerden de anlaşılabilirdi. Bir taraftan milliyetçi ve anakronik bir bakış açısıyla, baskıcı Türklerin Arapların tarihî geri-kalmışlığına sebep oldukları iddia edilmiştir. Diğer taraftan da XIX. yüzyılın ortalarına kadar Araplar genellilde İstanbul’daki merkezî otoriteden çok kendi derebeyle-rinden, kendi aralarındaki elit rekabeti ve kavgalarından çekmiş görünmektedirler. Bu yüzden az-çok objektif Arap gözlemciler tarafından Türk
1er, kendi topraklarında sıkı otorite kurmak değil, tam aksine kurmadı]^' rından dola)n şikâyet konusu olmuşlardır (Zeine 1966:17)-
Sultan Abdülhamid döneminde ise Araplar, ihtiyaç duyulan
hesap makinesi sundu..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder